Ana içeriğe atla

ZİHNİMİZDEKİ ENGEL: ÖN YARGI

 


            Bugün, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü. Herhangi bir kutlama günü değil, herhangi, bir yas günü değil, özel gereksinimli bireylere şefkat gösterme günü hiç değil. Bugün, aslında bir farkındalık yaratma günü. Bu yüzden birçok yerde göreceğiniz ve internetten kolayca ulaşabileceğiniz “günün tarihçesi, ortaya çıkışı” gibi bilgiler yerine bugün sizlere yetersizlikten etkilenmiş bireylere karşı en duyarlı olanımızın bile düştüğü yanlış düşünce kalıpları ve yargılardan bahsetmek istiyorum.

            Öncesinde engellilik kavramının ne olduğuna, birlikte farklı bir pencereden bakalım. Dilini hiç bilmediğiniz bir ülkede olduğunuzu ve sizin dilinizi de kimsenin bilmediğini düşünün. Yapmanız gereken en ufak şeyleri bile yapamaz, bulmanız gereken hiçbir şeyi bulamaz ve kimseyle iletişime geçemezsiniz. Böyle bir durumda siz, bunları yapamayacağınız için değil, uygun koşullar bulunmadığı için işlerinizi kendi başına halledemeyecek bir konuma düşmüşsünüzdür.

            İşte engellilik kavramı da buna benzer. Herhangi bir konuda yetersizlikten etkilenmiş bireyler, onlara uygun dizayn edilmemiş ortamlarda “engelli” olmaktadır. Yani ortopedik yetersizliği olan biri tekerlekli sandalyesini çıkaracağı bir rampa olmadığında yürüme engellidir, sağır biriyle anlaşamama sebebiniz onun “engelli” olması değil, sizin bilmediğiniz işaret dilidir. Bireyleri engelli yapan, herkese uygun tasarlanmamış yollar, binalar, kütüphaneler ve onları anlamayan insanlardır.

            Şimdi yetersizlikten etkilenmiş bireylere karşı bazı tutumlardan ve bu tutumların altında yatan ön yargılardan bahsedebiliriz.

            Karşısındakinden talep olmadan yardım etmeye çalışmak, bu tutumlardan belki en masum niyetle yapılanı ama yine de diğerleri kadar yanlış olanlardan bir tanesi. Yolda gördüğü kör bir bireyin hemen koluna giren, tekerlekli sandalyedeki birinin sandalyesini sürmeye çalışan insanlar buna örnek olarak verilebilir. Temelinde yatan ön yargı, bu bireylerin günlük hayattaki basit becerileri bile yerine getirmekten aciz olduğunu düşünmek ve sonuç da “muhtaç” birine acıyarak yardım etmek şeklinde gelişiyor.

            Ama kendi başına sokağa çıkmış, bu yetersizlikle yıllardır yaşayan insanlar bu temel becerileri kendi başlarına yerine getirebiliyorlar zaten. Ve biliyor musunuz? Onların da normal (!) bireyler gibi kişisel sınırları, bedenlerinin dokunulmazlığı ve rızaları var. Yolda gördüğünüz bir başka insana nasıl sormadan, izin almadan dokunamıyor ve müdahale edemiyorsanız, onlara da etmemelisiniz. Çünkü böylesi kaş yaparken göz çıkarmak deyiminden farksız bir durum oluşturuyor.

            Oldukça popüler olan ve toplum tarafından desteklenen bir diğer tutumsa, özel gereksinimli bireyler için ayrı yaşam alanları oluşturmak. Ayrı parklar, ayrı etkinlik alanları, özel gereksinimli çocukların yalnızca birbiriyle sosyalleşebileceği çeşitli ortamlar aslında onların hayatını kolaylaştırmıyor, onları ayrıştırıyor. Onların günlük yaşam alanlarını normal(!) alanlardan ayırmak yetersiz bireyler ve diğerleri arasındaki çizgiyi belirginleştiriyor.

            Bu yüzden parkta, sokakta, kafede, okulda ve diğer yerlerde mümkün oldukça ayrıştırmadan ve bir arada geçirilen vakitler özel gereksinimli bireyler için en doğru uygulama oluyor. Yine bu yüzden yetersizlikten etkilenen çocuklar için ayrı binalardaki ayrı okullarda, yalnızca kendiyle aynı yetersizliğe sahip diğer çocuklarla iletişim kuracakları eğitim ortamları yerine kaynaştırma, güncel haliyle “bütünleştirme” her zaman daha doğru bir tercih oluyor.

            Yani birey bazında yapmamız gereken şey çok basit: özel gereksinimli bireylerin varlığını kabul etmek; yaşamlarına saygı duymak ve ayrıştırmadan, toplumdan uzaklaştırmadan özgürce yaşamalarına fırsat vermek. Ekstra yardımsever olmanıza gerek yok, onlara acımanıza gerek yok, tek yapmanız gereken onlara herkes gibi davranmak.

            Devletler ve ülkeler açısından baktığımızda ise yapılması gereken, özel gereksinimli bireylerin çevreye uymaya çalışmasını beklemek yerine çevreyi ve şartları “tüm bireylere eşit düzeyde katkı sağlayacak ve herkesin hayatını kolaylaştıracak şekilde” düzenlemek. Özel eğitim anlamında kat edilecek çok yolumuz olsa da, ilk adım bunların farkına varmak. Dolayısıyla çevrenizi bu anlamda bilinçlendirmek, bu yazıyı okuduktan sonra artık sizlerin de sorumluluğunuzda. J

Tuğba TARİ


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Süpermen'i Beklerken (Waiting for 'Superman') Film Analizi

Waiting for  Superman sadece The Flaming Lips grubunun bir şarkısı değil. Aynı zamanda Amerikan eğitim sistemine eleştirel bir perspektiften bakan, ülke içerisindeki bireylerin okuma yazma oranlarını, eyaletlere göre başarılarını ele alan belgesel niteliğinde bir film. Filmi inovatif eğitimi de düşünerek yorumlayabilmek mümkün. Akademi ödüllü filmin yönetmeni Davis Guggenheim, düşük performanslı kent okullarını ‘bırakma fabrikaları’ olarak tanımlıyor ve bu kent okullara yönelik birtakım çözüm önerileri sunuyor. Film, devlet okulu sistemi içerisinde devam eden beş öğrenciyi konu alıyor. Eğitim sistemini iyileştirme adına eğitim reformcularının sunduğu çözümler filme gerçeklilik ve yararlılık katmasının yanı sıra günümüzün ilerleyen teknolojisi de düşünüldüğünde çözüm önerilerine birkaç şey daha ekleyebiliriz,  şöyle ki : Eğitimde teknolojiyi mutlaka bir amaç etrafında verimlice kullanabilmeli ve bu amacın kesinlikle öğrenci üzerinde işlevselliği de olabilmeli. Teknoloji

7.Koğuş Film Analizi

7. KOĞUŞTAKİ MUCİZE Hepimizin merakla beklediği 7. Koğuştaki Mucize nihayet geçtiğimiz haftalarda vizyona girdi. Başrollerinde Aras Bulut İynemli, Deniz Baysal, Sarp Akkaya gibi isimlerin bulunduğu ve Mehmet Ada Öztekin yönetmenliğindeki filmi izlerken gözyaşlarımıza hakim olabilmek neredeyse hepimiz için imkansızdı. Henüz izleme fırsatını bulamamış okuyucularımız için de kısa özetlerle birlikte filmi karakter analizleri ve sosyal psikoloji bağlamında ele almak isteriz : Filmimiz, 7 yaşındaki kızı, Ova ile aynı zeka yaşına sahip olan Memo’nun haksızlıklarla mücadelesini, zihinsel yetersizliklerine rağmen evladı için her şeyi yapan bir baba oluşunu gözler önüne seriyor. Memo, bir gün koyunları otlatmaya çıkardığında başına hayatının dönüm noktası olabilecek bir talihsizlik gelir. Sözü geçer bir komutanın kızı oyun esnasında tehlikeli yerlere tırmanır ve Memo kıza gitmemesi için uyarılarda bulunurken, Ova ile aynı yaşlardaki küçük kız uçurumdan düşüp can verir. Bu esnada olay y

Seyahat Üzerine Bir Röportaj

Okulumuzun kıymetli hocalarından Dr. Mustafa Otrar ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Öncelikle kendisini kısaca tanıyalım; 1971 Eskişehir (Merkez) doğumludur. İlkokulu (1982), ortaöğrenimini (1989) Eskişehir’de tamamladı. Aynı yıl girdiği Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Psikolojik Danışma ve Rehberlik Lisans Programı’ndan mezun oldu (1993). Rehber Öğretmen olarak Bingöl ve İstanbul’da görev yaptı. 1995 yılında Araştırma Görevlisi olarak Marmara Üniversitesi’ne göreve başladı. 1997 yılında Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü’nde Eğitimde Psikolojik Hizmetler alanında yüksek lisansını tamamladı. Ocak 2006’da Doktora eğitimini tamamlayan Mustafa OTRAR, halen Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü’nde Ölçme ve Değerlendirme Anabilim Dalı Başkanı olarak çalışmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır. Genel olarak seyahatin hayatınızdaki yeri, ruh halinize etkisi nedir?  Hayatımdaki yerinden baş